iNSAN VE ÇELİK

“Hayır” ve “Evet” arasında kaldık yine. Bu kez kopacağız anlaşılan. Çünkü tamamen zıt yönde çeken bu iki kuvvet bizleri birbirimizden koparacak gibi. Ben bu durumu yani toplumu ve davranışlarını biraz mesleki olacak, çelik malzemesi ile karşılaştırmak istiyorum. Bildiğiniz gibi çelik: sanayinin en çok kullanılan malzemesidir. Birçok makine ve aletin çoğunluk parçaları çelikten yapılıyor. Çelik sünek bir malzeme (tam değil ama esnek denilebilir). Çelikten üretilen herhangi bir makine parçası, işlevini görürken üzerine gelen kuvvetlerle, bir miktar elastik olarak şekil değiştirebilir anlamındadır. Çelik parça, bu durumda dahi işlevini yerine getirebiliyor. Ayrıca çelik, değişik sertliklerde olabiliyor. Setleştikçe kırılganlaşıyor, yumuşadıkça güçsüz oluyor. Her iki durumda da işe yaramıyor. İnsana ne kadar çok benziyor değil mi?
Kuşkusuz malzeme bilimci ve toplum bilimciler bu konuda derinlemesine analizler yapabilir. Onların affına sığınarak, ben, bugüne kadarki deneyim be bilgilerimin izin verdiği ölçüde bir değerlendirmemi paylaşacağım sizlerle. (sıkıldıysanız halâ okumaktan vazgeçebilirsiniz.)
Çelik, saf halde bulunmaz. Demir esaslı bir malzemedir ve demire birçok elementin değişik oranlarda katılmasıyla (Karbon, Silisyum, Magnezyun, vs) çelik oluşur. Benzer şekilde toplumumuz da; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, Ermeni, Yahudi vs. bileşenlerinden oluşmaktadır.
Çelikten bir makine parçası yapılmadan önce malzemenin (çeliğin) mekanik özelliklerinin belirlenmesi gerekir. Öncelikle iç yapıda bir süreksizlik olmamalıdır. Bu durum örneğin, radyografik ve ultrasonografik yöntemlerle belirlenir.
Toplumbilimsel bakışta bu süreci; toplumu oluşturan bileşenlerin ilişkilerini iyileştirmek, geliştirmek, kaynaştırmak onları ortak paydada buluşturmak, ayrışmaların olduğu durumları tespit etmek varsa düzeltmek, yani sağlıklı bir toplum oluşturma çabası şeklinde düşünülebilir.
Makine imalatından önce çeliğin mekanik özellikleri, bazı testler (çekme testi, çentik darbe testi, yorulma testi,..) yapılarak belirlenir. Örneğin çekme testinde: test için hazırlanan özel formdaki numuneler, bir çekme cihazında bulunan iki çene arasına tutturulur ve yazının başında belirttiğim gibi tam zıt yönde, kilonewtonlarca kuvvet uygulanarak malzeme kopana kadar çekilir. Bu çekme kuvvetlerinin malzemede oluşturduğu uzama ve gerilimler bir grafiğe (hook) aktarılır. Bu grafikten malzemenin davranışı incelenir. Örneğin cihazın uyguladığı çekme kuvveti belirli bir “sınır”da bırakılırsa malzeme eski halini alır ve işlevini en iyi şekilde yapmaya devam eder. Buna “elastik sınır” denir.
Topluma bakarsak; her dört yılda bir yapılan parlamento seçimleri ya da yerel yönetim seçimlerini buna benzetebiliriz. Seçim kampanyaları nedeniyle en fazla üç ay süre ile toplum senin- benim, bizim – sizin anlayışları ile biraz geriliyor ama “sistem” belli olduğundan ya da sonrası bilindiğinden seçim bittikten sonra herkes işine gücüne bakıyor. Yani toplumdaki gerilimler “elastik sınır”da sonlanıyor.
Asıl sorun, uygulanan çekme kuvvetinin “elastik sınır”ı aştığında başlıyor. Burada çelik; hızla uzamaya başlayıp kesiti daralıyor ve adeta bir sakız misali sünmeye başlıyor. Bu sınıra “akma sınırı” ya da “plastik sınır” deniliyor. Kuvvet uygulamayı bıraksak bile artık malzeme bozuluyor ve kullanılamaz hale geliyor. Bir süre sonra da zaten iki parçaya ayrılarak kopuyor. İşte buradaki deneyler mühendislere yol göstererek tasarımlarının gelecekte ne tür sorunlar ile karşılaşabileceği ne kadar dayanıklı olacağı, vs. hakkında bilgilenip gerekli önlemleri almasına fırsat sunuyor. Önemlisi; bir makinenin, çelik malzemeden yapılmış bir parçasının işlevini iyi yapabilmesi için, makine çalışırken, bu parça: “elastik sınır”dan fazla gerilime tabi olmaması gerekiyor.
Bu durumun toplumdaki karşılığını değerlendirdiğimizde; sağlıklı bir toplumdaki gerilmelerin de “elastik sınır”da kalması gerektiğidir. Bildiğiniz gibi, bizim toplumumuz, bundan önce de Maraş, Sivas ve darbe dönemleri gibi birçok olayda gerilimler yaşadı. Toplumu germeyi, sözü edilen “elastik sınır”da bırakmaz isek: toplumu oluşturan farklı bileşenlerin arasındaki zaten doğal olarak var olan süreksizlikleri, ayrışmaları, çatlakları daha da büyütmüş oluruz. Bugünün koşullarında; Ülkemizin; kapsayıcı ve çağdaş bir anayasaya gereksinimi olduğunu kabul etmekle birlikte, yasa yapıcı kurumların, siyasi partilerin, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, ortak aklın ürünü bir anayasa değişikliği yerine, toplumun önemli bir kesiminde infial yaratan, “dayatmacı”, “dediğim dedik”, “dünyada bir örneği olmayan”, değiştirilmesi için “mecliste oy veren birçok vekilin dahi tam olarak bilmediği”, meclis ve komisyondaki tartışmaların adeta “halktan gizlendiği” ( “ama şu yaptı”, “bunlar engelledi” demeyin, siz konuya ne kadar vakıf oldunuz? ona bakın) bir değişiklikte ısrar etmek, yani “elastik sınır”ı zorlamak, kopuşu kaçınılmaz kılacaktır. Kopuştan sonra nerelere savrulacağımızın garantisi olmadığını bilmekte yarar var. Bir hatırlatma: hiç unutmuyorum, Bosna trajedisinde: “bir sabah birlikte kahvaltı ettiğimiz komşularımızın çocukları ertesi gün kızlarıma tecavüz etmeye kalktılar” demişti bir Bosna’lı.
Toplumsal meseleler, çelikte olduğu gibi kontrollü ve birden fazla deneme yapmaya izin vermez. Tek bir deneme şansımız var. Ya da kolay elde edinilmemiş kazanımların, toplumca kardeşlik havası içinde gözden geçirilerek bize uymayan yönlerinin değiştirilmesi. Daha uygun olmaz mı?
Neredeyse 100 yıllık Cumhuriyet sisteminin, bugünden önceki dönemlerinde yaşanmış olumsuzluklardan (darbe, vesayet, vs.) bugünkü gerilim ortamına gelmesinin nedeninin; gerçek anlamda bir “toplumsal mutabakat” oluşturamamaktan ya da 100 yıl boyunca, öncesindeki yaşanmışlıkların yeterince kavranamamasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Cumhuriyet’ten önce denenmiş, “tek adam” ya da “saltanat” dönemlerinin nasıl sona erdiğini ve sonunda gözü dönmüş “çakallar”ın etrafımızı sarıp sadece iç Anadolu’da bir avuç kadar bir bölgeye bizi sıkıştırdıklarını bilmiyormuşçasına davranmayı açıkçası akıl almıyor. Bugün, bu nedenle, haklı olarak yeni Anayasa’nın “Tek Adam” yönetimi yaratacağından kaygılanılıyor. Biraz başımızı kaldırdığımızda ve taraftarlık gözlüğümüzü çıkardığımızda bu “çakallar”ın, “elastik sınır”ı aşıp kopma noktasına gelmemizi beklediklerini görmemek mümkün değil.
“Meclisi oluşturan vekilleri biz seçtik, bizim adımıza doğru karar verirler” diyemiyorum çünkü “futbol takımı tutar gibi” tuttuğumuz siyasi partiler tarafından bizim önümüze konulan, tam olarak tanımadığımız kişileri, hiç de adil olmayan bir seçim yasası ile meclise gönderdik (toplumun %10’u mecliste temsil edilemiyor). “Sadık kalacaklarına” yemin ettikleri Anayasanın önemli unsurlarını, toplumun tüm katmanlarının onayı olmadan “ülkenin yönetim sistemini değiştirecek anlamda” yaptıkları yeni Anayasa değişiklikleri ile “elastik sınır”ı zorladıkları kanısındayım.
Son söz biz “Asil”lerde olduğuna göre, “Cumhuriyetimizi korumak için muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızdaki asil kanda olduğu”nun bilincinde olarak “Elastik sınır”ın aşılmasına izin vermeyelim…

22 Ocak 2017

Not: Bu yazı, 16 Nisan 2017, "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" refernadumundan önce yazılmıştır