YEŞİL MAGİRUS
Sonbahar rüzgarları esmeye, güneşin rengi değişmeye başladı. Eylül’ün yarısını çoktan aştık bile. Gel gör ki Nisan’dan bu yana bir damla su görmedi toprağın yüzü. Bugüne kadar, ortasından geçen yolun tam olarak göründüğü olmamıştı çevreye su dağıtan barajımızın. Yıllar önce yassı, genişçe ve yayvan bir tava’nın içinden geçer gibi o yolun başına geldiğinde otobüs, uzaktaki birkaç evin kırmızı kiremitten çatıları görüş alanıma girdiğinde biraz heyecanlanır, otobüs vadiyi geçtikten sonra çıkıştaki tepeyi tırmanmaya başladığı anda muavine işaret yaparak “ben Dörtyol’da inicem” der kapıya yönelirdim. Özellikle cuma günleri geç saatlerdeki dönüş yolunda muavinin şoföre: “Dörtyol’da inecek var” nidasıyla, neredeyse iki saati aşkın koltuklarında adeta uyuşmuş diğer yolcular, “kim bu” merakıyla hareketlenir, kapıya döndürürlerdi bedenlerini. Benzer şekilde elimde çantam ve öteberiler, aynı yolun dönüşünde, son görüş noktasına gelmeyi bekler, o kırmızı çatılara, biraz buruk, son kez göz atmadan edemezdim.
Köyün güneydoğu sınırını çevreleyen tepelerin arasındaki, köylülerin, “Hırsızdere” dedikleri bölgeden başlayıp, Alaçatı sınırına kadarki bölgeye yayılan vadiyi de kapsayan bir alanda bulunan barajın yapımından yıllar önce, yöredeki verimli topraklarda buğday, arpa ve yulaf gibi ekinler ekilir, tütün ve bostanlar dikilirdi. Ayrıca Hırsızdere’nin yamaçlarında, yörede denizden esen rüzgarlar ve yağan çiyin etkisiyle, üzeri buğulu, “hurma” denilen meyveleri olan zeytin ağaçları, mis gibi kokan mersin çalıları ve bizim “rigon” dediğimiz dağ kekikleri vardı. Ayrıca köylüler, ısınmak için odun, ekmek pişirmek için çalıyı bu yöreden sağlıyordu. Avcıların da uğrak yeriydi Hırsızdere. Hatırlıyorum, 23 Nisan kutlamaları nedeniyle öğretmenimizin görevlendirdiği birkaç arkadaş Hırsızdere’ye gider, mersin çalılarından demetler halinde kesip okulu süslerdik.
Hırsızdere’de, dedemin ismi ile anılan ve onun sahip olduğu koyun sürüsünün su ihtiyacını karşılayan, köylülerin “Mersin Kâhya’nın gölü” dedikleri bir su birikintisi de vardı. Yaz kış bu “göl” susuz kalmaz, yörede ekilen bahçeler de bu gölden sulanırdı. Bugün ne dedem var ne sürüsünden elde edilen doğal keçi ve koyun sütünden peynirler ne de “göl”. Yağmurların getirdiği alüvyonlarla kaplanmış “göl” adeta bir taş yığınına dönüşmüş durumda.
Devlet Su İşleri (DSİ), nihayet bu yöredeki potansiyeli keşfetmiş ve bölgeye bir baraj yapma düşüncesiyle yörenin “hidrolojik” ve “hidrolik” durumunun tespiti için vadiye bir “istasyon” kurmuştu. Belki kamu kaynaklarının yetersizliği belki de işin doğası gereği uzun yıllar alan bu işlemler için dönemin iki muhtarı, muhtarlık görevleri yanında belirli işlemleri yapmak için bu istasyonda görevlendirilmiş, sonunda da DSİ’den emekli edilmişlerdi.
Geçen gün İzmir’den eski yoldan köye dönüşte, baraj havzasının ortasından geçen, susuzluk nedeniyle adeta kurumaya yüz tutmuş, bu nedenle de tam olarak ortaya çıkmış “eski” yolu görünce eski anılar canlandı gözümde. Birden kendimi yamaçtan vadiye doğru hızlanan yeşil renkli Magirus otobüsün içinde hissettim. Dazlak kafalı, yanakları çiçek bozuğu yüzüyle, adeta korku filmlerinden çıkmış şoförünü hatırladım. “Dörtyol’da inecek var”.
Belirgin siması nedeniyle anımsayabildiğim aynı şoförle başka bir olayı da birlikte yaşamıştık. Ortaokul döneminde, köyden İzmir’e okul nedeniyle yaya olarak “Dörtyol”a gittiğim bir hafta sonunda, nasıl olduysa köy yolunda bir kamyona denk gelmiş ve Alaçatı’ya kadar giderek hastanenin yanındaki otobüs garajında biletimi yani bir koltuk numarası alarak otobüse binme şansı elde etmiştim. Çünkü Nahiye’den üç dört kilometre uzaktaki Dörtyol’dan otobüse binince, otobüs çoğu zaman dolu olduğundan bir koltuğa oturarak yolculuk etme şansım olmuyordu. Genellikle ayakta, bazen muavinin insafı sayesinde bir tabure üzerinde, çoğu zaman da arka kapının yanında yer alan, içine bazen müşteriler için şişe suları konulan “dolap” üzerinde yolculuk edebiliyordum.
Sefer sırası gelmiş, yeşil renkli Magirus marka otobüsün hareket saatinden önce ben biraz telaş ile otobüsteki yerimi çoktan almış koltukta seyahat edecek olmanın sevinci ile beklerken, dazlak kafalı şoförümüz otobüse binerek birkaç hamlede motoru çalıştırdı. Bu sırada otobüste yolcu olarak sadece ben vardım. Şoför de zaten beni görmemişti. Koltukta otururken, kucağımda kitaplarımın olduğu çantam ve ayaklarımın arasına sıkıştırdığım, annemin ablama (O dönem okul nedeniyle İzmir’de ablamın yanında kalıyordum.) götürmem için her hafta hazırladığı soğandan domatese, zeytin yağından salçaya öteberiler vardı. Şoför, homurdanarak ve simsiyah dumanlar çıkararak zorlukla çalışan motora epey bir gaz verdikten sonra diğer yolcuları almak üzere otobüsü yerine, biraz ileriye almak isteyip de el frenini indirince otobüs, geriye doğru hareket etmeye başladı. Ancak bu sırada şoförün biraz tedirgin tavırları işlerin yolunda gitmediğinin göstergesiydi. Ben de bu etkiyle olsa gerek çanta ve öteberiyi bırakıp sadece zeytin yağı kabını alarak hızlanmakta olan otobüsün koridoruna çıktım. Yağ kabını ayaklarımın arasında sıkıştırdım ve iki taraftaki koltuklara ellerimle sıkıca yapıştım. Şoför, ayak frenini sürekli pompalıyor fakat sonuç alamıyor, otobüs biraz da geriye doğru eğimli, kaldırımında üç beş metre aralıklı çam ağaçlarının olduğu yolda hızlanarak geriye doğru hareket ederken bir taraftan da muavine: “Takozu koy, takozu koy” diye bağırıyordu. Ancak muavin değil tahtadan el kadar üçgen takozu koymak, otobüsün tekerleğine bile yaklaşamıyordu. Yaklaşabilse kendisinin “takoz” olma ihtimali vardı çünkü. Adeta nefeslerin tutulduğu bir anda deneyimli olduğu anlaşılan şoförün, ani bir direksiyon hareketi ile otobüs yol kenarındaki çam ağaçları arasından geçerek kaldırıma çıktı ve arkadaki evin bahçe duvarına çarparak durdu. Otobüsün motorunun yer aldığı arka bölümü, duvarı yıkarak bir miktar da evin avlusuna girmişti. Ben koltuklara öyle bir yapışmışım ki öylece kalakaldım. Zaten cılız olan bedenim savrulmamı engellemişti. Neyse ki yağ da dökülmemişti. Alnından süzülen terleri silerken geriye dönüp titrek bir sesle bana: “İyisin demi koçum” diyen dazlağın pancar rengine dönmüş kocaman kafası, halâ gözümün önüne gelir zaman zaman.
Koltukta yolculuk sevdası, az daha “dört kollu” ile devam edecekti. Aslında o zamanlar “çocuk” sayılacak yaştaki bir yolcu için biletli koltukta yolculuk pek mümkün değildi. Az sayıda otobüs nedeniyle, biletiniz olsa ve başlangıçta biletli koltuğunuza oturmuş olsanız bile, son anda yetişen ya da yolun ilerleyen noktalarında otobüse binen biletsiz ama sizden yaşlı biri ya da bir kadın için muavin: “Sen gel bakalım” diyerek sizi koltuğunuzdan kaldırır, “dolap” üzerine ya da lütfedip koridora koyduğu bir tabureye oturturdu. Buna itiraz etmek ne haddinize…
Bugün bile, geldiğim bunca yaşa rağmen, otobüsle yaptığım “biletli” yolculuklarda, muavinlerden tedirgin olurum. Hele şehir içi yolculuklarda metro ve belediye otobüslerinde “koltuk kapmaca” oynar gibi davrananlara kızar, nasılsa benden yaşlı ya da oturması gereken biri gelir diye çoğu zaman ayakta yolculuk etmeyi tercih ederim.