NEDEN?
İstatistikler, iletişim araçlarını ve “sosyal medya” olanaklarını en fazla kullanan ülkelerden biri olduğumuzu gösteriyor. Buna rağmen nasıl oluyor da birbirini dinlemeyen, ön yargılı ve geçmişe takıntılı olarak yaşayan bir toplumuz? Ayrıca bu düzeyde “iletişim” halinde olan toplumun birbirine olan güveni %14. Neden?
Nedeni çok basit: çevremizdeki duvarlar. Etrafımız, hissettiğimiz ama aşamadığımız duvarlarla çevrili durumda. Ne kadar yürümeye ya da koşmaya çalışsak da bir süre sonra bir duvara tosluyoruz. Üstelik bu duvarlar sürekli yükselmekte. Çaresizlik içinde dönüp duruyoruz. Peki nedir bu duvarlar? Diye sorulursa, cevabı: BİLGİ DUVARLARI. Bilgimiz yok, ya da yeterli değil. Bilgiyi üretemiyoruz. Bilgiyi üretecek kurumlarımız, kâğıt üstünde var görünüyor fakat siyasetten arındırılamadığı veya liyakat esasına dayalı yürütülemediği için işlevsel değil.
Üniversitelerimizde yapılan bilimsel çalışmalar sonucu yazılan makaleler, ne yazık ki duvarların aşılmasına yetecek boyutta ve kapsamda değil. Her yıl açıklanan derecelendirmede, dünyadaki “ilk beş yüz” sıralamasında var olup olmadığımızla ilgileniyoruz. “İyi” sandığımız üniversitelerimiz, öğretim üyesi ve laboratuvar olanakları sınırlı olduğundan, özellikle uygulamalı bilimlerde, sadece “ders” anlatılan ortamlar olarak kalıyorlar. “Her kente bir üniversite” anlayışı, bilgi üretim ortamlarını arttırmaktan çok belirli bir yaşa gelmiş insanların bir “kontrol hacmi”ne yerleştirilmesi ve dahası yörenin “esnafının kalkınması” anlamında değerlendirilmektedir. Özel ya da vakıf üniversitelerinde ise “kâr amacı” mantığı öne çıkmakta, yetersiz öğretim kadrosu, önemli sayılan bilim dallarındaki bölümlerde, tüm derslerin bir iki öğretim üyesi ve araştırma görevlileri aracılığı ile yürütülmesine neden olmaktadır.
Üniversitelere öğrenci hazırlayan liselerde, OECD tarafından yapılan, "öğrencilerin sosyal ve ekonomik hayata tam katılım için gerekli temel bilgi ve becerileri ne ölçüde edindiklerini, ayrıca, iş birliğine dayalı problem çözme, küresel yetkinlik ve yaratıcı düşünme gibi yenilikçi alanları da değerlendiren" PISA istatistiklerinde, ülkemizin karnesinin “iyi olmadığı” belirtilmektedir.
Gelişmiş ülkeler, bilgi üretimi sayesinde geliştirdikleri teknolojilerle, bilgiyi üretemeyen bizim gibi ülkelerin etrafına bu duvarları kolayca örüyorlar, böylece bizleri kendilerine bağımlı kılıyorlar. Bilgiyi ve/veya dolaylı sonucu teknolojiyi satın almak zorunda kalıyoruz. Alım gücümüz düşük olmasına rağmen her şeyi olduğundan çok daha pahalıya kullanıyoruz. Sahip olduğumuz zenginliklerimizi, bilgisizliğimiz sayesinde kullanamayıp onların ellerine teslim ediyoruz. Onların ürettikleri bilgi sonucu geliştirdikleri teknoloji ve üretim yöntemlerini kullanarak yaptığımız inşaat ve yollardan dolayı, “bizi kıskandıklarını” iddia edip, övünüyoruz.
Bilgi teknolojilerinin ilerleme hızı, adeta etrafımızdaki duvarların yükselme hızını gösteriyor. Duvarları yıkmayı ya da üzerinden atlamayı, bilgi yoksunluğumuz nedeniyle başaramıyoruz. Dolayısı ile duvar atlamayı bilmediğimiz için gelecek nesillere de öğretemiyoruz. Anne-Baba, öğretmen bilmeyince, potansiyeli olsa da “çocuk” da öğrenemiyor. Bunu da çoğu zaman, “kader” bağlamında değerlendirip daha da ileri giderek bilgiye, bilgili olmaya karşı duyulan bir antipatiye dönüştürebiliyoruz.
Lise eğitimi almamış gençler ile lise ve üzerinde eğitim almış gençlerin işsizlik oranları arasında, gelişmiş ülkelerde, eğitimli gençler lehine büyük faklar varken Türkiye’de bu oranlar birbirine çok yakındır. Bu durum, bahsedilen “antipati”yi daha da anlamlı kılmaktadır.
Böyle giderse, bilgiyi ve sonucunda üretilmiş bu teknolojileri edinecek alım gücümüz kalmayacağı için şu anda var olan “kullanıcı liderliğimiz” de son bulacak. Evlerimiz, teknolojisi eskidi, modası geçti diye kullanmadığımız, dünya paralar harcayarak alınmış ve gereğince değerlendirilmemiş, sapasağlam cihazlarla dolu.
Gençler, “dindar nesil” olmanın ötesinde, kendilerine söz konusu duvarlarla baş edebilecek ufuklar açılmadığı, fırsat ve olanaklar sunulmadığı sürece, bu sahip olma durumunu devam ettirmek adına, kişiliklerinden tavizler vermekte, duvarları aşma potansiyeline sahip olsalar bile, lütfedilip kendilerine sunulabilen “yandaş”lık nemasından daha fazla pay alabilmek uğruna, “trol” olmanın çaresizliğine savrulmaktadırlar. Çoğunluğu, becerileri doğrultusunda severek yaptığı bir işi olmayan, kurduğu hayaller doğrultusunda kendini donatacak bir eğitim dalı yerine, puanını tutturabildiği bir okula devam etmek zorunda kalan mutsuz insanlar, “işsiz bakkal” örneği meşguliyetlerle avunurlarken duvarlara toslayıp birbirlerini tüketiyorlar.
Yetişmeleri için ana-babaları tarafından, devletin “koruyucu” ellerine teslim edilen küçük çocukların, kişisel sapkınlıklarının kölesi “görevliler” tarafından tecavüze uğramaları, veya salt bir siyasal görüşün “yandaşı” oldukları için görevlendirilmiş liyakatsiz “yönetici”lerin gerekli önlemleri almamaları nedeniyle cayır cayır yanmaları, gözünü kâr bürümüş bazı işverenlerin iş güvenliği gereklerine uymamaları sonucu oluşan iş “cinayetleri”, bu nedenle sürüp gidecek, “fıtrat”ı aşmak mümkün olmayacaktır.
Bir Çin atasözü: “Birine balık vermek yerine, ona balık tutmayı öğret” der. Bu söz: bilmeyi, yaşam kalitesini arttırmayı, zenginleşmeyi ve dolayısı ile duvarları yıkmanın yolunu en iyi şekilde açıklamaktadır. Hammaddeyi ve onu işleyen makineyi yurtdışından alıp sadece insan işgücünü sağlamak şeklindeki “sanayileşme” çabası, ne yazık ki duvarları yıkmaya yetmez. Ayrıca, manevi zenginliğimiz, ecdadımızdan kalan bilgi ve birikimlerin bu duvarları yıkamayacağı bellidir. Sözü edilen bilgi üretimini sağlayacak akılcı mekanizmalar kurulamadıkça, yeni kurulan her aileye önerilen “en az üç çocuk”, olsa olsa bu duvarları ören güçlere “tüketici” yetiştirmekten, sınırlı kaynağın paylaşılmasında “bölen” tarafın büyümesinden, dolayısı ile de aile içi şiddet ve çaresizlikten başka bir işe yaramayacaktır. Bilgi, beceri, dolayısı ile refahtan yoksun kalan insanların, gereksinimlerini karşılayamama durumunda yaşadığı ruhsal sorunların, giderek ağırlaşarak toplumca taşınamaz hale gelmesi kaçınılmazdır.
Sayısı daha da arttırılabilecek tüm bu sorunların çözümü: gençlerimizin bugünden geleceğe, her alanda bilgi üretmelerini sağlayacak mekanizmaların ve yöntemlerin belirlenerek bunları yürütecek kurumların ve okulların var gücüyle aralıksız çalışmalarını sağlamaktır.
Ekim 2025