AYSEL BAKKAL
İlkbahar aylarının ilkindeki bir pazar sabahının erken saatlerinde, biraz gecikmiş olmanın telaşı ile annesi küçük kızına yeni aldıkları elbiselerini giydirmiş, saçını ayırıp iki yanda saç örgüsü yapmış ve uçlarına birer beyaz kurdele bağlamıştı. Ancak kızın tercihi bu değildi. O, kurdeleleri örgülerin başladığı noktada seviyordu ve bu nedenle annesine: “neden böyle yaptın, değiştir.” diye çıkıştı. Annesi: “gecikiyorsun, bugün böyle olsun, yeni elbisene daha çok yakışacak göreceksin” dedi. Kız, söylenerek koridorun sonundaki boy aynasında kıyafetini kontrol etmeye gittiği sırada dışarıdan, sabahın sessizliğini yırtan bir çığlık duyuldu.
O anda, küçük kız ile arkasından onu hayranlıkla izleyen annesi, oldukları yerde, kıpırdamadan, aynada göz göze geldiler. Bir anlık duraksamadan başka tepki vermeyen kadın: “kitapların hazır mı?” diye sordu. Kızı: “o ses neydi anne” deyince, “yok bir şey tatlım, hadi çıkalım artık” dedikten sonra daire kapısını açıp birlikte dış kapıya yöneldiler. Kadın, biraz tedirgin, her zaman yaptığı gibi kızını geride tutarak kapıyı açıp dışarıyı kontrol etmek üzere önce sola, aşağıya doğru baktı. Sonra başını çevirip sağa, yukarıya bakarken yolda hareketli bir gölge hissetti. Güneş, karşıdaki birkaç yüksek apartmanın yanındaki tek katlı evlerin üzerinden kendini göstermiş, sokağa vuran kırmızı sarı renkli ışıkları gözünü alıyordu. Bu sırada, eğimli yolda uzayan gölgenin başladığı noktada, sanki ışıkla çizilmiş karanlık bir siluetin, hızlı adımlarla aşağıya doğru geldiğini gördü. Yürürken bir ara arkasına bakan bu adamın, bir eliyle ceketinin koluna yerleştirmeye çalıştığı metalik parlamayı gördüğü anda, sol göğsünde bir vuruntu silsilesi hissetti. Başını geri çekerek içeri alması ve kapıyı hızla kapatması bir oldu. Kızını elinden tutarak “gel hadi, bu kurdelelerin yerini değiştirelim ben de beğenmedim” deyip daire kapısını da kapatarak anne kız içeriye girdiler.
Ayseeel!
Günaydın.
Bir süt, iki ekmek.
Kaç para koydun?
Yirmi milyon.
Tamam.
Yüksek apartmandan sarkan sepete, iki ekmek ve kırmızı kapaklı bir süt şişesi ile para üstünü koyarken içindeki yirmi milyonu aldı. Sepet yukarı hareket ederken Aysel dükkâna dönmüştü bile.
Şoför Nazım’ın üç kızından ikincisiydi Aysel. Bir de “tekne kazıntısı” dediği oğlu vardı. Ketum bir adamdı Nazım. Dip komşusu terzi Halil’in anlattığına göre: yıllar önce geçirdiği bir trafik kazasında ayağı kırılmış, Halil’in: “oğlum Nazım, adam gibi bir doktora git” uyarısına rağmen, birlikte şoförlük yaptıkları hattaki bir şoför arkadaşının önerisine uyarak, doktor yerine, adamın köyündeki bir kırıkçı-çıkıkçıya gitmişti. Kazada ayak bileğinin de zarar görmüş olması, sonradan gitmek zorunda kaldığı doktorlar tarafından tespit edilmiş ama iş işten geçmişti. Sakat kalmış, mesleğini yapamaz, bir bastona muhtaç hale gelmişti. Ama Nazım, çevresine: “beni doktorlar sakat bıraktı” derdi. Sakat kalınca, arabasını güvendiği bu şoför arkadaşına teslim edip işini yürütmek istemiş ancak hasılat beklediği gibi olmayınca, kavga etmişlerdi. Bu nedenle evinin ikinci katını tamamlayamamıştı. İkinci katın sadece duvarları örülmüş, dış sıvası yapılmış ama içeride ne sıva ne de doğramalar vardı. İkinci kat, kullanılmayan eşyaların konduğu bir depo ve yağmurlu havalarda çamaşırlık olarak kullanılıyordu.
Gövdesi, krom kaplı metal şeritlerle süslenmiş, alt tarafı fıstık yeşili, üst tarafı beyaz boyalı, 1956 model Chevrolet marka arabasını bu nedenle satmak zorunda kalmıştı Nazım. Arabanın parası ile üst katı oturulabilir hale getirerek kiraya vermiş, alt katın caddeye bakan büyük odasını da bakkal dükkanına çevirmişti. İlk zamanlarda bastonuna dayanarak da olsa kendisi ve karısı, sonrasında büyüdüklerinde kızları dükkânı idare etmeye başlayınca, Nazım da Eşrefpaşa’da körfez manzaralı bir nargile kahvesinin müdavimleri arasına katılmıştı.
Evinin sol çaprazındaki yüksek apartmanın zemin katında oturan, kendi yaşlarındaki Bulgaristan göçmeni Serdar, “Nazım Aga” diye takılırdı kendisine. Serdar’ın da üç kızı ve bir de “tekne kazıntısı” vardı. Nazım’dan farklı olarak Rusça biliyor, Alsancak’ta bir takside maaşlı şoförlük yapıyordu. Zaten mavi gözleri ve kır saçları ile tıraşlı kırmızı yüzü nedeniyle daha çok Ruslara benziyordu Serdar. Sadece kendisinin ve temizliğini yapıp yemek getiren eşinin girebildiği odasının, sokağa bakan, istisnasız yaz kış açık demir parmaklıklı penceresi önünde, her zaman beyaz fanila ve çizgili pijamaları ile durur, bazen kendi kendine konuşur, naralar atar, yoldan geçenlere takılırdı. Çoğu zaman bakkal dükkanının önündeki büyükçe sandalyede, bastonunu ve sırtını duvara dayamış, sakat ayağını gizlemeye çalışarak oturan Nazım’a: “Baston gibi doğru adamsın be Nazım Aga” derdi.
Üç kızını da lise seviyesine kadar okuttu Nazım. Büyük kızını, liseyi bitirir bitirmez “kısmeti çıkmış” evlendirmişti. Dükkânı, en uzun süre Aysel idare ettiğinden çevrede Aysel Bakkal olarak biliniyordu. Aysel de ablası da İzmir’de Cumhuriyet döneminin önemli eğitim kurumlarından olan ve sadece kız öğrencilerin devam ettiği, İzmir Kız Lisesi’nde okumuşlardı. Gözdesi olan, çoğu zaman onu kızlara karşı koruduğu oğlu Bahtiyar’ı, ilkokulu zar zor bitirince bir oto tamircisine çırak vermişti. “Bunun doktor olmasını istemiştim ama okumadı kerata” demişti.
Aysel her sabah, ablasından kalan Kız Lisesi’nin meşhur; kırmızı ceket, beyaz gömlek ve lacivert etekli okul formasını giyinmiş halde, elinde kitapları -o zamanlar kitaplar çantaya konmaz, öğrenciler kitap ve defterlerini bir eliyle alttan kavrar ve bedeni ile kolu arasına sıkıştırarak taşırlardı- sokağın, evlerinin bulunduğu tepe noktasından yokuş aşağı, Kadifekale’ye giden yolu diklemesine geçerek, Küçük Kulüp açık hava sinemasının önünden geçtikten sonra çift yönlü ana caddenin ortasında kalmış Arap Camisi’nden sağa dönüp yol boyunca; üst katında yörenin meşhur doktoru, Ali Bulanalp’in muayenehanesinin bulunduğu nalbur dükkanı, meşhur çorbacı Yadigâr, Konyalı Tahmis ve Peynirci Ali Efendi ile Laz Fırınının yer aldığı dükkânların önünden yürüyerek Eşrefpaşa Camisi’nin bitişiğindeki, Kuloğlu mandırasının önünden karşıya geçer, oğlu, benim de ortaokuldan sınıf arkadaşım olan meşhur milli boksör, Ali Melek’in işlettiği Olimpiyat Pastanesi’nin bitişiğindeki, yaklaşık elli basamaklı dik bir merdivenden inerek Dere Sokağı’ndan geçip Hatay Caddesi’ne inerdi. Buradan, caddenin Bayramyeri yönüne döner, pazar günleri kurulan balık pazarının altındaki, Halit Bey İlkokulu’nun yanındaki sokaktan dosdoğru yokuş aşağı iner, yolun sonunun Karataş Caddesi ile birleştiği noktanın sağındaki Kız Lisesi’nde bulurdu kendini. Kapının önünde bekleyen nöbetçi öğretmenlerin kontrolünden geçerek zikzaklı yükselen merdivenlerden çıkar, bir tepe üstünde, yüksek çam ağaçlarının bulunduğu korunun içindeki okul binasına girerdi.
Güzel günlerde aynı yolu bu kez yokuş yukarı çıkarak kan ter içinde eve döner, daha okul formasını çıkarmadan, nargile seansına yetişme telaşındaki Nazım’ın “Neden geciktin?” serzenişleri arasında görevi devralırdı. Yağmurlu günlerde ise okuldan çıkıp Konak yönüne yürür, Ordu Evi ve Devlet Tiyatrosu’nu geçtikten sonra, belediye otobüslerinin bulunduğu meydandaki duraklardan kalkan, 29 numaralı Kadriye Mahallesi otobüsü ile evine dönerdi.
Bir iş dönüşü, Konak’taki aynı duraktan bindiğim otobüste, ayakta yana yana gelmiştik Aysel ile. Bakkal ile aramızda, kamyoncu Osman’ın, seferde olmadığı zamanlardaki kamyonu için “rezerve” edilmiş, (başka kimse oraya arabasını park edemezdi) dar bir çıkmaz sokak ve terzi Halil’in evi kadar bir mesafe vardı. Zorda kaldığımız zamanların dışında bakkaldan alışveriş yapmaz, ancak kızımın bazen arkadaşlarına uyarak Aysel Bakkal’a gitmesine engel olamazdık. Bu durum, çoğu kez evde tartışmalara neden olurdu.
Dönüş yolunda, havadan sudan konuşmamızda, derslerinin iyi olduğunu, matematiği sevdiğini söylemişti Aysel. “Peki üniversite” diye sorduğumda: “o biraz zor” demiş, “niye?” dediğimde: yutkunarak, “dükkân” diyebilmişti sadece. Kız Yurdu’ndan sonra Varyant’ın son virajını homurdanarak çıkan belediye otobüsünden dalgın dalgın körfeze bakıp, otobüs Bayramyeri saat kulesi önündeki trafik ışıklarında durana kadar sessizliğini korumuştu. Devamında, evlendirme dairesi önündeki durakta inmek için telaşlı, adeta insanları ezer gibi aralardan geçmeye çalışan bir adama sarf ettiği, “…üz” sözcüğünün son iki harfini duyabilmiştim. Bu sırada, sırtında beline kadar inen tek örgülü saçını, tutunmayı bıraktığı sol eliyle kavrayıp göğsüne almıştı. Ben oluşan olumsuz havayı yumuşatmak adına, okula hep yalnız mı gidip geldiğini sorduğumda, dudaklarındaki kısa süren “müstehzi” gülüşü hissettim. Ama o hemen toparladı. Göğsünde tuttuğu saç örgüsünü, yine sol eliyle arkaya atarak sırtının ortasına yerleşmesini ister gibi başını hafifçe yukarı kaldırıp sağa sola iki kez salladıktan sonra: “yok” dedi. Biraz duraklayıp, gururlu bir tavırla: “kız lisesine benden başka giden yok mahallede.”
Otobüs Yağhaneler’e varmadan, Eşrefpaşa Karakolunun yanındaki benzinlikten sola keskin bir dönüş yaparak Kadifekale yoluna girdi. Yaklaşık yüz metre sonraki Kara Fırın’ın köşesinden doksan derece sağa dönerek Kadriye Mahallesi’ne yöneldiği anda, tavandaki kalınca beyaz çamaşır ipinden gerilmiş ikaz zilini çektim. Otobüs kısa süre sonra düzlükteki “Kasap’ta” durdu. Geçmesi için yol verme isteğimi fark edince Aysel: “ben Lütfü Akad’da incem” dedi. İyi akşamlar dileyerek otobüsten indim. Ben evimin önüne geldiğimde, Nazım Aga, bastonuna dayanarak telaşlı aşağıya doğru geliyordu.
Mahalledeki çocukların toplanma yeriydi Aysel Bakkal’ın önü. Dükkânda süt, yoğurt, ekmek ve tekel ürünleri dışında bir iki çeşit bakliyat ve şeker gibi ürünler satılırdı. Cicili-bicili paketlerdeki sağlıksız yiyecekler, çocukların en çok rağbet ettikleri şeylerdi. Bayram günlerinde çıtır-pıtır, mantar tabancası ve fitilli füze şeklindeki patlama sesi çıkaran oyuncaklar ile “kazı kazan” denilen; şeker, çikolata ve leblebi tozu gibi sürprizler sunan çekilişler yapılır, leblebi tozunu yedikten sonra ıslık çalma çabasıyla, çocukların üstleri başları leblebi tozuna bulanırdı. Patlama sesleri ve neşeli bağırışlar ortalığa yayılırdı. Bazen patlama seslerine sinirlenen yetişkinler, bu patlayıcıları sattığı için Aysel’e kızarlar ve aralarında yüksek sesli tartışmalar olurdu.
Nazım Aga’nın evinde çoğu zaman, kızlar arasındaki çekişmeler ve kıskançlıklar, oğlanın evin tek erkek çocuğu olmasından kaynaklı kaprisleri ile Aysel’in okul saatlerinde dükkânı idare etmek zorunda kalan Nazım Aga’nın, nargile kahvesine istediği zaman gidememesinin yarattığı stres, evde üst perdeden direktifler yağdırmasına neden oluyor, olur olmaz zamanlarda bu noktadan sokağa taşan tatsız gürültüler de işitiliyordu. Dükkânın, semtin merkezine inen bir yol üzerinde olması, sigara ve alkollü içkilerin satılması, ayrıca satıcının genç bir kız olması, özellikle kendini kanıtlama çabasındaki gençlerin bir uğrak noktası haline getiriyordu Aysel Bakkal’ı.
Bir keresinde, akşam saatlerinde sarhoş bir müşterinin kendisinden ücretsiz bira talep ettiği, reddedilince de küfürle karışık, üzerinde taşıdığı sustalı bıçakla tehdit etmesi üzerine, Aysel bağırıp çağırmış, komşuların pencere ve balkonlara çıkmasına neden olmuştu. Aslında bu adamın Aysel’e duygusal olarak ilgi duyduğu, öncesinde bunu bir şekilde dile getirdiğinde Aysel’in: “senin gibi sarhoşa mı kaldım” diyerek adamı reddettiği mahalleli tarafından biliniyordu.
Bu ailede en sessiz kişi evin annesiydi. Onun sesi hiç duyulmaz, varla yok arasındaydı. Bazen düz beyaz, bazen desenli, başında bir yemeni ile dolaşır, Aysel’in yokluğunda ve Nazım’ın kaçamak nargile seansları sırasında dükkâna o bakardı. Evlerinin kapısı, dükkâna gelen gideni kontrol amacıyla sürekli açıktı. Dışarıdan bakıldığında, başında yemenisi ile anne hep oradaydı.
Aysel, belinden aşağı inen uzun ve gür saçlarını, bazen dükkân önünde tarar, rüzgârda kuruturdu. Boyu da biraz kısa olduğundan, saçları salınmış halde, apartmandan yukarı çekilen sepeti yönlendirirken, arkadan sadece Aysel’in yere değdi değecek saçları görünürdü.
Eve girdiğinde kadının kalbi çarpmaya devam ediyordu. Kızın saçındaki kurdeleleri değiştirirken kulağı dışarıda, göz ucuyla perde arkasından sokağı gözledi. Ancak sokağa sessizlik hakimdi. Pazar günleri genelde böyle olur, sabah saatlerinde sokakta, dershaneye giden okul çocukları ile işe gitmek zorunda olan yetişkinlerin tek tük ayak sesleri, başıboş dolaşan birkaç köpeğin havlaması ve gevrek satıcılarının bağrışmalarından başka sesler duyulmazdı. “Şimdi daha güzel oldun, hadi bakalım” diyerek anne kız tekrar kapıya çıktılar. Elinde kitapları, annesini öptükten sonra yokuş aşağı yürüyen kız, sokağın caddeye bağlandığı kıvrımın başında geri dönüp annesi ile birbirlerine el salladılar. Kadın, gözden kaybolana kadar kızını takip ettikten sonra dönüp yukarıya, bakkal yönüne baktı fakat kimsecikler görünmüyordu. Kapıyı kapatıp içeriye girdi. Bu arada kocası uyanmıştı. Çığlığı duydun mu? Dedi. “Duydum” dedim. “Bahtiyar yine karıştırmıştır ortalığı”. “Bilmiyorum ama bu kez tuhaf bir durum var gibi geldi bana” dedi.
Ancak bu sabah, o çığlıktan başka bir ses duyulmamıştı. Böyle durumlarda, konu komşu balkona ya da kapıya çıkar, ortama birden bir uğultu yayılırdı. Bir ambulans sesi zaten beklenmezdi. Ona haber verecek değil cep telefonu, sabit ev telefonlarının bile yaygın olmadığı yıllardı. Zamanında, sancıları başladığında, eşimi doğuma yetiştirecek aracı bulmak için yaklaşık bir kilometre uzaktaki taksi durağına koşarak gitmiştim. Kabadayılar semti olarak ünü çok eskiye dayanan, adına “Eşrefpaşa’lı, eli maşalı” gibi deyişler uydurulmuş, adıyla anılan filmler çekilmiş bu semtte, her zaman işitilen seslerdi bunlar. Kimi zaman eve sarhoş gelen bir kocanın, kapıyı açmayan karısına, gecenin sessizliğinde, avaz avaz: “aç kapıyı ….pu” diye bağırışları, kendisine bir müdahale olasılığına karşı da “ne kadar delikanlı varsa çıksın ulen” sesleri inletirdi ortalığı. Bu sırada diğer evlerden ışık sızmaz ama pencerelerdeki perdeler hareketlenirdi. Ertesi gün ise aynı evin balkonunda, karı koca çay kahve içerler, sanki hiçbir şey olmamış gibi mutlu aile tablosu çizerlerdi. Bazen anne babasına kızıp camı çerçeveyi dağıtan genç oğlan, kimi zaman da ağabeyin, gün içinde kendince dışarıda “uygunsuz” gördüğü kız kardeşini akşam evde dövmeye kalkması sırasındaki bağrışmalar. Her gün bir başka evden gelmesi olası seslerdi bunlar. O yüzden, kimse ses etmezdi bu seslere. Genellikle “Kol kırılır, yen içinde kalır”dı. Herkes herkesi tanır, “acaba bu akşam hangi evde çıngar çıkacak” diye adeta tetikte beklenirdi.
Kahvaltı sonrası, yaşanan olaydan oldukça etkilenmiş eşimin ısrarlı uyarıları üzerine, kızımı dershane çıkışı almak için öğle üzeri ısınan havanın etkisiyle, üzerimde kot pantolon ve gömlek ile bugün bile halâ giydiğim kırmızı iplikten dokunmuş triko yeleğimi ve spor ayakkabılarımı da giyerek yola koyuldum. Bayramyeri ‘ne ulaşıp Damlacık Yokuşu’ndan sarkarak, Piçhane ve Devlet Hastanesi’nin yanından geçip Konak’ta Milli Kütüphane Caddesi’ne girdim. Köşedeki katlı otoparkı, Milli Kütüphaneyi, bugün “Devlet Opera ve Balesi” olarak kullanılan, çocukluğumun tarihi Elhamra Sineması’nı geçtikten sonra yolun sonundaki Vilayet binasının önünden sağa dönerek Anafartalar caddesi üzerinde, pazar günü nedeniyle, seyyar satıcıların yer sergileri, dönerci ve kokoreççilerin dumanları arasından bir müddet yürüdüm. Yolun sonunda, köşedeki Kurukahveci Hüseyin Efendi’den sola döndüm ve Kemeraltı Camisi’nin yanından yürüyerek biraz ilerideki dershaneye vardım.
Vakit henüz erken, paydos ziline epey bir zaman vardı. Kapıdaki görevlinin işaret ettiği “Veli Odası”na geçtim. Bir tarafta yan yana dizilmiş üç adet ikili siyah deri koltuk ve aralarında küçük beyaz sehpalar olan uzun, büyükçe bir odaydı. Odanın ortasında dikdörtgen bir masa ve etrafında bir kısmı kalkıldığı gibi bırakılmış siyah sandalyeler, masa üzerinde de dershanenin reklam broşürleri ve daha çok magazin haberleri veren birkaç günlük gazete ve içinde söndürülmüş izmaritler bulunan küllükler vardı. Dizili koltukların karşısındaki duvara dayalı, üç katlı yüksek ve genişçe bir kitaplığın raflarında, dershanenin yayınlarından oluşan kitaplar sıralanmıştı. Kitaplığın her iki tarafında birer siyah koltuk daha vardı. Üst tarafında ise göz hizasından biraz yukarıda, duvara yerleştirilmiş büyükçe bir kutu içindeki televizyonda, İzmir’den yayın yapan bir yerel televizyon kanalından haberler veriliyordu. Odada, biri kadın ikisi erkek üç kişi daha vardı. Televizyonun karşısındaki, boş ikili koltuğa oturdum. Adamlar, odanın avluya bakan camlı bölmesindeki bir pencere kanadını açmışlar, karşılıklı oturdukları sandalyede içtikleri sigara dumanı arasında, okul-dershane tartışmasına girmişlerdi. Odanın uzak köşesindeki ikili koltukta oturan, kuaförden yeni çıktığı belli olan, boynunda iri beyaz incilerden oluşan bir gerdanlık ve aynı incilerden küpeler takmış sarı saçlı kadın ise bir yandan kapıyı gözlerken elinde tuttuğu gazetedeki bulmacayı çözmekle meşguldü. Yüksek tavanlı bu odada televizyonun sesi yankılanıyordu.
Ben de masadaki gazetelerden birini almak için yerimden kalktığım sırada, istem dışı televizyona gözüm takıldı. Ekranın altında, kırmızı bant üzerine beyaz büyük harflerle “EŞREFPAŞA’DA KADIN CİNAYETİ” yazıyordu. Gazeteyi almadan masaya iyice yaklaşarak merakla televizyona doğru eğildim. Bu sırada haberi okuyan kadın spikerin: “Sayın seyirciler, bugün 8 Mart dünya kadınlar günü. Ancak kadına şiddet durmuyor maalesef. Bu sabah erken saatlerde, Eşrefpaşa’da bakkallık yapan genç bir kadın, bir erkeğin bıçaklı saldırısına uğradı. Sol kaburgasından giren bıçağın kalbine isabet etmesi sonucu ağır yaralanan Aysel, doktorların tüm çabalarına… şeklinde devam eden sözleri, dershanenin kulakları sağır edercesine çalmaya başlayan paydos ziline karıştı.
Bu sırada, Aysel’in kırmızı renkli lise forması ile çektirdiği fotoğrafı bulunan nüfusunun görüntüsü, televizyon ekranını kaplamaktaydı.